Air France’ın 2010 yılında geliştirdiği yeni “çoklu hub” stratejisini incelerken, şirketin web sitesinde güzel bir tasnife rastlamıştım.
Air France’ın kurumsal bilgiler sayfasındaki uçuş ağı bölümünde yer alan bu sınıflandırma, birbirlerine bağladıkları uçuşların sürelerine göre hub’ları üçe ayırıyor:
Hub Tip 1: Amerikan Modeli:
Orta mesafeli uçuşları yine orta mesafeli uçuşlara bağlıyor. Bunun en büyük sebebi ABD iç hatlarının kendine has yapısı.
Yolcular, yeri geliyor, ülkenin bir kıyısından diğerine, 5 – 6 saatlik iç hat uçuşu yapabiliyor.
Ve ABD iç hat pazarı, yılda 650 milyondan fazla yolcuyla, bu açıdan dünyanın en büyüğü.
Hub Tip 2: Avrupa Modeli:
Orta mesafeli uçuşlar, uzun menzillilerle birleştiriliyor.
Hub Tip 3: Basra Körfezi ve Asya Modeli:
Uzun mesafeli uçuşlar yine uzun mesafeli olanlara bağlantı veriyor.
Bu modeli ilk uygulayanlardan bir tanesi Singapore Airlines olmakla birlikte günümüzde, Basra Körfezi’nde yer alan Emirates, Qatar Airways, Etihad gibi firmalar bu modelin yılmaz savunucusu ve takipçisi durumundalar.
Bu modellere bakarken İstanbul’un, dolayısıyla da Türk Hava Yolları’nın (THY) ne denli avantajlı bir konumda olduğu açıkça görülüyor.
İstanbul’u hub olarak konumlandırdığınızda, yukarıda belirtilen üç modelin melez bir halini uygulamak mümkün:
Hub Tip 1: Avrupa ile Yakın Doğu arası (buraya Türkiye iç hatları da eklenebilir),
Hub Tip 2: Avrupa ve Kuzey Afrika ile Güneydoğu Asya arası, ve son olarak;
Hub Tip 3: Amerika‘nın doğu kıyılarındaki noktalar ile Güneydoğu Asya arasındaki uçuşlar İstanbul üzerinden bağlanabilir.
İstanbul, diğer bir çok açıdan olduğu gibi, ticarî havayolu sektörü bağlamında da son derece avantajlı bir konuma sahip.
Adeta doğal bir hub niteliğinde.
İstanbul’un, insanlık tarihi boyunca neden böylesine fazla talep gördüğünü anlamak aslında hiç de güç değil.